1 Aralık 2008 Pazartesi

"Çocuk Yapmak"

Bizde “çocuk yapmak” spordan sayılır. Hiç kimse bunu yapanı garip karşılamaz, sorgulamaz, altında bir bit yeniği aramaz. Aksine çocuk yapmayan kişi de vardır bir arıza. Yoksa da aranır ve bulunur çoğu kez. Bizde çocuk yapmak, yürüyüş yapmak gibi, çorba yapmak gibi “Yapıver gitsin, ne olacak sanki”li eylemlerdendir. Sıradadır. Sıradandır. Bırakın eylemin içeriminin ve sonuçlarının düşünülmesini, tamlamanın kendisi bile yeterince açıklığa kavuşturulmuş değildir. Yapmak, yardımcı fiili ancak bir adla birlikte kullanılabilir. Ne var ki, sözlüğü açıp baktığınızda göreceğiniz, (bir resmi) ortaya koymak, (bir işle) uğraşmak, (bir duruma) yol açmak, (bir şeyi) hazır etmek, kötü davranmak, gerçekleştirmek gibi uzayıp giden anlamlardan en yakın olanı “üretmek” anlamıdır; “ürün” olarak ortaya koymak. Şöyle bir örnek veriyor Ali Püsküllüoğlu: “Küçük oyuncaklar yapıp satıyordu.” Buradaki “ürün” ifadesi ise başlı başına bir yabancılaşma vurgusu veriyor tanıma. En azından “bir hammaddenin işlenmesi” imasını taşıyor. Böyle düşünüldüğünde de insanın sorası geliyor, anası ne ki danası ne olsun diye…

İşin ilginç yanı -konuyu benim için ilgi çekici kılan yanı-; bunu zaten hiçbir zaman sorun etmemiş, sırasıyla yaşayıp gitmiş; yaşamayı, okul, iş, evlilik, çoluk çocuk, torun tombalak, emeklilik ve ölüm dizgesiyle yaşayan kişi ya da kişiler için bu konunun gündeme gelmemiş olması değil tabii ki; onlar için bundan doğalı yok. Onlar doğruyu yapıyorlar demiyorum, ama doğal olanı doğal yollardan yaşayan insanlar oldukları kesin. Benim için ilgi çekici olan, yaşamak üzerine uzun uzadıya düşünmüş, tanımlar ve fikirler üretmiş, mantıksal çıkarımlar ve temellendirmeler yapmış nice kişinin de bu konuyu sorun olarak görmemiş olması. Üçüncü tür olarak adlandırılabilecek bu grup, zaman zaman işin “doğallık” boyutunu öne çıkarmaya çalışsa da, fazlasıyla tanımladıkları dünyalarında her şeyi kültürelleştirdikten sonra bu mazeretin arkasına sığınamayacaklarının da bal gibi farkındalar aslında. Doğa ve kültür arasında, tüm bir kültürel birikimi yok sayıp hâlâ tavuk düzeyinde bir doğallığı savunmanın biçare hüznü içindeler diye düşünüyorum.

Eveleyip gevelediğimin özü şu: Çocuk sahibi olmak bencilliktir. Çocuk sahibi olan kişi, “sahip olma”yı isteyen kişidir. Bu tanımlamadaki baskın karakter “sahiplik”tir. Hem de yan etkileri ihmal edilebilir türden bir sahiplik değildir buradaki, çünkü bir canlıya sahip olunmak istenmektedir. Hem de daha önce varolmayan bir canlıyı var ederek, yaratarak ona sahip olunmak istenmektedir. Buradaki benlik bilinci öylesine tek ve yücedir ki, tanrıdan çok tanrı duymak ister gibidir kişi kendini; sahip olacağı şeyi yaratmak cüretini gösterir. Aslına bakılırsa arızi bir süreçtir bu. Çocuğun büyüyüp, ebeveynlerine bağımlı benliğini terk edip kendi bireyliğini kurması süreci ailesini reddetmesiyle sonuçlanacağından, denklem daha en başta yanlış kurulmuştur. Gelin görün ki, bu ancak elli yaşında fark edilebileceği için geriye dönüp redakte etme şansı da artık kalmamıştır. O yüzden çocuk sahibi olanlar, kendilerini aklayacak başkaca yolları kalmadığından, çocuk yapmayı savunurlar.

Varolmak acı çekmektir, diyor Sartre. Sartre dediği için değil, içinden acı geçmeyen bir varoluş tanıyor musunuz? Yani, “Aman efendim mutlulukları niye atlıyorsunuz, her şeye rağmen yaşamaya değer”deki varolmayı verilmiş kabul eden basitliğin ötesinden konuşuyorum. Hiç olmamış olana ait lüksten bahsediyorum. Varolanın yok olması değil, hiç olmamış olanın, mutluluğu da acıyı da bilmeyecek olması durumu sözünü ettiğim. Oysa siz acıyı üretiyorsunuz; hiçe, hem de rızasını almaksızın, acı çekeceği bir varlık armağan ediyorsunuz. Armağan burada dilin bize yaptığı bir oyun. Yerleşik alışkanlıklar düzeyinde bir aldatmaca. Aslında kendiniz için hazırladığınız bir armağana çocuğu alet ediyorsunuz, neler yaşayacağını hiç mi hiç düşünmeden.
Söz buraya geldiğinde, ister istemez, “İçine atıldığınız dünyadan çok mu mutlusunuz”a da evriliyor. Yok olmakta olan dünyaya, tükenmekte olan doğaya, her gün daha da ilkelleşen, histerikleşen toplumsal algıya, muz cumhuriyetine dönüştürülen ülkenize bakmadan, o çocuğa bunu gerçekten yapacak mısınız? İlkel dürtülerinize karşı gelemediğiniz bahanesiyle, hastalıklı yalnızlığınızı örtmek için ona bunu yaparken hiç içiniz acımayacak mı?

“Demek istediğin şu mu: Hiç kimse çocuk yapmasın da, insanoğlu yok mu olsun bu dünyadan?” sorusuna ille de bir cevap yetiştirmem gerekir mi, bilmiyorum. Doğayı hiç düşünmemiş, onu anlamak için hiç çaba göstermemiş kimselerin dilinden dökülecek bu soruya verecek cevabım “Hiç, çıplak gözle güneşe baktınız mı?” şeklinde olur. Güneş kendinde olduğu kadarıyla parlar, bir gün gelip de bittiğinde enerjisi sönüp ölü bir yıldıza dönecektir. Gözlerini yakan güneşin yitip gideceğinden tasalanmamış bir kişinin, insanoğlu için tasalanması kendi trajik kaderine acınmasından farksız gelir bana. “Dünya bu kadar kötüyse, o zaman senin çocuğun onu iyi yapsın” aldatmacasını ise yutmak için saf olmak geçerli bir mazeret değil elbet. Buna zorunlu bir takı olarak getirilen “Aptallar o kadar çocuk yapıyor, ama akıllılar böyle senin gibi olunca dünya…” ile başlayan cümle de ne insandan ne siyasadan nasibini almış bir zavallı akılyürütme. Tarih sahnesinde dünyayı değiştirecek kadar güzel gördüğü insanları aşağılayacak kudreti kendinde bulan bu tanrısal kibirden nefret ettim her zaman.

Kaldı ki, “çocuk yapma”yı düşünen çok düşünmüş insanların hiçbirinin evlat edinmeyi akıllarından bile geçirmemesi şaşkınlık vericidir. Nedense “kan” isterler. Baskısından sıyrıldıklarını cümle aleme ballandıra ballandıra ifşa ettikleri gelenek görenekler tarafından o kadar belirlenmişlerdir ki, istedikleri şeyin ne olduğunun ayırtında olamayacak kadar körleşmişlerdir. Bunun arkasına da görkemli sözcüklerle insan doğasını, kadın anatomisini sıkıştırmaktan çekinmezler. Perspektifleri kendi perspektifleridir. Ne dünyaya getirecekleri varlığın acısına ne de sevgi bekleyen kimsesiz canlıların dünyasına bakmayı bilirler. Dünya kendileri için, kendi etraflarında dönmektedir. “Bencillik ama ne yapalım kardeşim, o kadar bencilliğimiz de olsun artık”la doldurulmaya yeltenilir genelde konunun kapsamı. Oysa içinden çocuk geçen düşünceler buzdağının su üstünde kalan küçücük kısmıdır yalnızca.

Araba kullanmak için bile ehliyet sorulan bu dünyada, bir canlıyı yoktan var etmeye, dünyaya getirmeye yeltenmek için hiçbir yeterlilik aranmaması gerçekten garip değil midir? Çürük bir sistem, devamı için her şeyden önce düşünülmemeye, kendini düşündürmemeye muhtaçtır. Ona gereksinim duyduğu gücü kimin verdiğini aramak için boş yere ötekiler yaratmaya hiç de gerek yoktur.

26 Kasım 2008 Çarşamba

İnsan Sevmek

Sanatçı ve deli Antonin Artaud, kendisi gibi bir deli olan Van Gogh için “toplumun intihar ettirdiği” diyor. Rehabilite edilmek adına yıllarca elektrik şoklarına maruz kalmış olan Artaud’ya göre, abisinin, doktorunun, arkadaşlarının sevgisiyle ölen bir dahi Van Gogh. Severken bile işkence eden bir toplumsal düzenin kapkara yüzünün tuvaldeki yansısı…

Gerçekten de, işyerlerinden kahvehanelere, yeniyetme genç kız odalarından yüksek devlet makamlarına kadar hemen her yerde karşımıza çıkan Van Gogh tablolarının tıpkıbasımlarına bakarken, en canlı, en parlak tonlarda bile bir acı sarar insanın içini. Tuvalini fırtınanın göbeğine saplamış, herkes sağa sola kaçışırken büyük bir tutkuyla tarlaların resmini yapmaya çalışan ressamın acısını duyarım. “Doğa konuşmaya çalışıyor. Ne demeye kaçıyorsunuz? Gelin tadını çıkarın!” diye bağıran sese küçümseyerek sırt çevirir insanseverlikleriyle nam salmış kimseler. Bugün de onu “en çok sevenler”in yağmurun altından eriyecekmiş gibi kaçanlar olmasına şaşmamak gerek.

Buradan bakınca Althusser’in anti-hümanizmasının kaynaklarının nerede olduğunu anlamak hiç de zor değil. Özgürlük zorunlulukla özdeşleşiyor, çünkü böyle bir dünya sistemi içinde, onun yaratısı olan böyle insanlarla ve böylesi kavramlarla özgür olmak ancak bu kadar özgür olmak. Özgürlüğün bu tutsaklığı sevmeyi bile acılaştırıyor Althusser’in dilinde. Gelecek Uzun Sürer’de ayrıntılarıyla anlamaya çalıştığı delirmesi de bundan (İşte, bir deli daha). Bırakın cezamı çekeyim, dediğinde bile dinlemeyip akıl hastanesine gönderiyor onu sistem. Bu yüzden son derece katı bir tutuma bürünüyor onda sevgi; bir olanaktan çok bir olanaksızlık olup çıkıyor.

Burada teorik anti-hümanizmi tartışacak değilim. Hümanizmin burjuva kaynaklarından, “insan doğası” ile ilgili tezlere kadar pek çok başlık altında yeterince tartışılmış bir konu bu. Benim ilgimi daha çok çeken, kendimi duygusal anlamda Althusser’in tutumuna yakın hissetmeme neden olan, Artaud’nun bütün bir toplumu karşısına alıp dili gırtlağından fırlayana kadar sahtekâr olduğumuzu bağırması. Öyle ki, buradan, bu anti-hümanist tavrın içinden insanı sevebilmek, onu bilebilmek, o olabilmek için yeni bir basamak, yeni bir araştırmanın ilk adımı çıkabilir belki de.

İnsanlar tanıdım, insan sevdiğini söyleyen… Kaybetmek istemediği bir eşyasını sahiplenir gibi insan seven insanlar… Toprağına dokunmadığı bir manzaraya hülyayla bakar gibi, haz almak için sigarayı tek nefeste ciğerlerine somurur gibi, onda kendine tapmak ister gibi insan seven insanlar. Öylesine inanıyorlardı ki insanları sevdiklerine. Aksini savunmak imkânsızdı. Sevgileri ya da sevgi diye adlandırdıkları öyle kuvvetliydi ki, sevmek böyle olmalı diye düşündü onları görenler. Sevdiklerine sevgili gibi bakmaları inanılmazdı. Kendilerini adamaları, içine alacakmış gibi onu kendine sokmaları, onun kafasının içinden dünyaya bakmaları… Her konuşmalarında ayrı bir duyarlılık, her jestlerinde ayrı bir düşünülmüşlük… Git gide bir kurt düştü içime. İnsan sevmenin ilmini yapmış bu insanlardan soğumaya başladım. O kadar aşıktılar ki insan sevmeye, onun yerine ikame ediyorlardı sevgilerini. İnsan sevmeyi öylesine seviyorlardı ki güzelliği bozan bir şey vardı bunda.

...

(Yakın zamanda tamamlanmayı bekliyor.)

5 Ağustos 2008 Salı

Bireylik ve İlişki

Bireycilik, toplum tarafından insan üstüne yapılan baskının doğurduğu bir sonuçtur.
M. Gorki

Birey oluşlarıyla müthiş barışık insanlar tanıdım. Bunu hiç dert etmemiş, toplum olmakla birey olmak arasında hiçbir çapraşıklık görmeyen, kendinde ve kendisi için kişiler. Gerektiğinde toplumsal baskılara karşı duraksamaksızın “Hadi, ordan!” diyebilen, çoğu zamansa uzlaşımsal bir tonda kendi bireyliğini toplumsal oluşa dahil eden, yaşamak konusunda başarılı kimselerdi onlar.
Yine de çoğunlukta değillerdi; ya da gün geçende azalıyor bu türün soyu.

Daha çok, bireyliği hiç bilmeyen, hiç de önemsemeyen; ne verildiyse öyle yaşayıp giden; ama her nasılsa, kendini yine de biricik ve özel hisseden bir tür baskın gelmiş durumda yaşamda. Etkin varlığı konusunda hiç tasa duymamış, dahası buna hiç gereksinmemiş, okul, iş, çoluk çocuk, torun tombalak yaşayıp giden ya da yaşamdan geçip giden bir tür bu.

Ama bu başlık altındaki konumuz o da değil. Bizimkisi, bireylik konusunda düşünmüş, entelektüel, toplumsal hareketin kendine göre bir parçası ve etkin özneliğini baskın olarak yaşayan biri. Oğuz Atay okumuş, Edip Cansever’den geçmiş, Çehov ve Maupassant dolaylarında epey gezinmiş, “Koku”, “Fransız Teğmenin Kadını”, “Siyah Süt” kıvamında, ikinci derecede “çok satan” kitapları ilgiyle takip eden bir kuşağın sürdürücüsü. Toplumsal eylemlilik konusunda duyarlı ama hiçbir zaman örgütlü çalışmaya dahil olmamış, kendine parti beğenmek için çokça bakınmış ama bir sonuca ulaşamamış bir kimse. Türkiye’de gelişimini az çok bildiğimiz, kaynakları ve gidişatı açıkça ortada olan bu “üçüncü tür, yapıp ettikleriyle, Nietzsche’nin deyimiyle, sopanın üzerine dikilmiş kulak gibi yanlış büyümüş bir varlık, bir hilkat garibesini andırmaktan öteye gitmiyor.

Geçenlerde bir dostum benimle yaman tartışıyor. Diyor ki, “Sevgilimin hoşlanmadığım yanları olunca onu görmezden geliyorum. Varsın bensiz yapıp etsin o yapacaklarını. Beni zorlamasın ta ki. Ben de bu arada onsuz yapıp edeceklerimi yapıyorum.”

Evlere şenlik!

Elime fırsat geçti ya, uçlara sürüyorum ben de. “Peki, senin sevmediğin dizileri izlediğinde de, sen yan odaya geçiyorsundur herhalde. Ne bileyim sen maç izlerken de o…” Tartışmayı götürdüğüm yeri fark edip çevirmeye çalışıyor hemen: “Anlıyorum sen dönüştürmekten söz ediyorsun ama…” “Hayır diyorum, bunun ‘dönüştürmek’ gibi fazlaca tanımlanmış kavramlarla hiçbir ilgisi yok. Senin sen olman, onun o olması ve beraber oluşturup oluşturamadığınızı pek anlamadığım ‘siz’le ilgisi var.”

Dedim ya, bir üçüncü tür var; kökenleri Avrupa demokrasisi, daha da doğrusu Amerika-Avrupa kültür endüstrisinin araçlarıyla oluşturulmuş, sorunları pek çabuk ve kendi lehlerine çözebilen, bu yönüyle pragmatik, asla kullandığı kavramların oluşumuyla uğraşmayan, yani dogmatik, tümüyle küçük burjuva ideolojisinin eteklerinde yaşantısını geçiren bir sosyal grup.
Onlar için, Fransız tarzı bir yaşantı, ilişkinin taraflarının “bağımsızlık”larının korunduğu, kendi vakit geçirme alanlarının tanımlandığı, karşısındakini “tamamlanmış” olarak kabul edip “saygı gösteren”, ilişkiyi de bu bireysellikler arenasında beraber hoşça vakit geçirmek olarak tanımlayan bir yaşantı onlarca makbul kabul edilen.

“Sence…” diyorum dostuma, “onun yapmasından hoşlanmadığın şeyden neden hoşlanmıyorsun ve bu hoşlanmamanın kendisi ilişki için bir sorun değil mi? Püf nokta olan şu; yapıp ettiklerimizin niteliğini tartışmadan nasıl beraber olabiliriz? İzin verirsen örneklerimi zorlamaya devam edeceğim. Birinin her akşam televizyonun karşısına geçip yarışma programlarını iştahla takip etmesi sence bir soruna işaret eder mi, etmez mi? Yani dünyaya katılma biçimimizi/ eylemlerimizi dışarıda tutarak nasıl yaşabiliriz bir ilişkiyi? Masum örneklerden daha tehlikelilerine geçelim. Pavese, Tepedeki Ev romanında, lümpen proletarya için müthiş bir tanım yapıyor. Bütün gün köpek gibi çalıştıkları her dakika patronlarına sövdükten sonra, akşam eve döndüklerinde içki içmekten başka bir şey yapmazlar, diyor. Beraber yaşadığın kişi bu türden bir yaşamı yaşasa, yine aynı tutumu mu takınacaksın: Beni bulaştırmasın da ne yaparsa yapsın, bu kendi bileceği iş! Sence bu ilişki mi? Sen ona, o sana kapalıyken; sen o, o sen olamıyorken bir ilişki neye yarar?”

Dünyada iki etkin özneden daha tehlikeli, daha şiddet dolu bir şey olamaz. “Aşk bir şiddet eylemidir.” diyor bu yüzden Yusuf Eradam. İki kişinin bir arada yaşaması zor şey: İkiyi bir yapmaya çalışmak. Olunan biri çoğaltmayı bilerek bunu yapmak. “Sınırlamıyor beni sevda yalnızca senin görüntünle” diyor Kemal Özer. Beni ve seni ezmeden bizi kurmak. Bizden bir dünya çıkartmak. Bunun olabilirliğini yüklenmek bir ilişkide.

Basit bir “Benim hoşlanmadığım şeyleri tek başına yapıyor, ne var ki bunda”dan çıkacak yegâne mantıksal sonuç; “Olmadı, gösterirsin kapının önünü; olur biter!” şeklindedir.

Ancak özneliğini kurulup bitmiş, kendini tamamlanmış olarak gören, biricikliğini kibrin en üst noktasında yaşayan biri kendini dünyadan böylesine yalıtabilir. Olanaklılığa bütün pencerelerini kapatmış, diyalektiği hiç anlamamış bu kişi, pek sevdiği “öteki”nden kendini sonsuza dek keskin çizgilerle ayırarak bizzat bu kavramın üreticisi olmuştur.

Bireyi yeni bir tarzda düşünmek, öncelikle Avrupa küçük burjuva düşünüşünün kestirme yollarından kaçınmayı gerektiriyor.

30 Haziran 2008 Pazartesi

Devrimci ve Evli

Türkiye Küçük Burjuva İdeolojisinden Manzaralar

M. Gorki’ye, özlemle…

Coğrafyamız insanının başat problemlerinden birinin kavramsal düşünüşten yoksunluk olduğunu söyledik ya, gerisi kendiliğinden sökün ediyor. Bu problem her alanda baş gösterdiği gibi, devrimci cenahta da baskın karakter olarak kendini olanca gücüyle duyuruyor. Bunun görüngüleri o kadar çok ve sıklıkla yaşanıyor ki, çoğu zaman dikkat bile edilmiyor, üzerinde durulmuyor. Yerleşik düşünüş biçimi içimize kolayca sirayet ediyor, onunla, o olarak yaşamaya başlıyoruz farkında olmadan.

Bu olgu için sıralanacak pek çok örnekten birini anmak isterim: Bir gün, özgürlük ve eşitlik mitingine hazırlanan Eğitim-Sen’de, tesadüfen Aristoteles’in adı geçince, sendikal faaliyet yürüten cevval bir kişi, “Aman bırakın o adamı, metafizikle işimiz yok bizim.” demesin mi! Nutkum tutuldu tutulmasına ama yine de konuşmaya mecbur saydım kendimi. “İyi de, felsefe tarihinde çok önemli bir yeri vardır Aristoteles’in; özellikle de Platon’un karşısında, kavramları dünyaya indirmede. Metafizik yöntemle metafizik alanın kendisini ayrı tutmak gerek,” diyecek oldum. Tınlamadı. Kötü kötü bakıp, çekip gitti içeriye. Kalakaldım. Sonra da uzun uzun düşündüm: Elinde, üzerine tümüyle fizik dünyanın ötesinde/ insanoğlunun yarattığı en güçlü düşünsel olgulardan biri olan “özgürlük” yazılmış bir pankartla bu büyük devrimcinin halini.
Böylesi “devrimci tedirginlikler” devrimci örgütleri olmasa da devrimin kendisini epeyce utandırıyor olsa gerektir. Bugün sözünü etmek istediğim konu da yukarıdaki örneğimize çok yakın, ama içimize sinmesi anlamında ondan çok daha sevimli ve sinsi bir konu: Evlilik kurumu karşısında duyulan devrimci tedirginlik.

Hiç dikkatinizi çekti mi; gariptir, devrim, sosyalizm, özgürlük adlarının geçtiği yerde mangalda kül bırakmayan bir devrimci, evlilik söz konusu olduğunda süt dökmüş kuzuya döner. Hani öksüz oynaşa çıkmış, ay akşamdan doğmuş derler ya, tam da devrim arifesinde bir garip talihsizliktir evlilik. Belediye memurunun önünde alınıverir son soluk. Hatta zaman zaman bunun tavsiye edildiği bile olur. Baş bağlansın ki devrimci kafasını dağıtmasın, konusuna konsantre olabilsin (Çoğu kez sonuçta bambaşka konulara konsantre olunsa da). Bizim için bu önemsenmeyecek kertede ikincil bir sorundur. Bu konuda toplumla çatışmaya gerek yoktur. Hatta asıl meselenin (bizim konumuzda: devrim) önünde engel teşkil etmemesi için/ “örnek kişi” olarak “ahlâklı” yaşanması gerektiği için bu, içten içe onaylanır: Evleniver gitsin, ne olur ki?

Hep düşünmüşümdür; asli vazifesi kaldırım taşı döşemek olan bir kurum neden kişi-kişi ilişkisine karışır diye. Nikâh memuru, belediye görevlisidir. Ben birini beğenmişim, beraber yaşamayı göze almışım; sana ne? Sen git, barajlarda bir türlü birikmeyen yağmur suyunu hangi ırmaktan getiririm, hangisi daha az zehirlidir, onu düşün. Ama işin ayağı öyle değil elbet. Engels, evlilik kurumunun özel mülkiyetle kökensel bağlarını göstereli epeyce bir zaman oluyor. Onun sosyolojik anlamda belirimini, ekonomik kökenli bir girişim olarak ortaçağ boyunca gelişimini, kapitalist dönemde aşk kavramıyla nasıl yan yana getirilmeye çalışıldığını biliyoruz. Bilmeyenler, en azından, A. Giddens’ın çalışmalarına bir göz atabilirler. Klan yaşayışından büyük ailelere geçiş, oradan da çekirdek aile kavramının oluşturulması hep ekonomik öncelikli bir yaşantının zorunluluğu olarak ortaya çıkmış. Bunu düzenlemek içinse başta dinsel ideolojiler, daha sonrada devlet ideolojisi baş aktör olarak sahne almış.

Yine de devrimciler, evlidirler. Evlenmeyi devrimci olmanın önünde bir engel olarak görmezler. Evli ve devrimci olmak hiç de bir çelişki olarak gelmez kimsenin gözüne. Kişinin direnişini yalnızca kitle hareketinde görürler, ama niye harekete geçmediğine bir türlü anlam veremedikleri kitle gibi davrandıklarının farkında değillerdir. Evliliktir işte. Bir imzadır hepi topu. Bu kadar da büyütmeye gerek yoktur. Yaşantılarında bir değişiklik olmayacaktır ki.
Gerçekten böyle midir acaba?

Muhtemelen faşist nitelikler taşıyan bir anayasaya evet oyu verenler de içlerinden aynı şeyi söylemiştir. Bir “evet”; nedir ki? Kendi kültürünü yaşama cesaretini gösteremeyen bir kişi, zamanı gelip de devrim ondan fedakârlık istediğinde en büyük tedirginliği yaşayacak olan kişi değil midir? Yaşama biçimi olarak dürüst olamayan, başka bir kültür için örnek olamayan kişi nasıl olacak da devrim yapacaktır?

Evlilik kurumunun altına imzasını atan kişi, sahiplendiği kimlikle topluma örnek olur. Artık bir eştir. Resmi bir statüsü, kabul edilmiş bir aidiyeti vardır. Klandan biridir. Rahattır. Toplumsal anlamda onaylanmayı tercih etmiştir. Direnememiştir. Yenilmiştir. Ağzıyla kuş tutsa bizi söylediklerinin gerçekliğine inandıramaz.

Bizde sevgililer dışlanmamak için/ gelecek tepkilerden korktukları için/ düşündükleri gibi yaşama cesaretinden yoksun oldukları için evlenmedikleri halde parmaklarına alyans geçirip dolaşmayı onurlarına yedirirler. Bunda bir beis görmezler. Yıllardır birlikte yaşadığı sevgilisiyle, sonunda süngüsünü düşürüp de evlendiği halde, birlikteliğini evlilik sözcüğüyle tanımlamayan birini ise garip karşılarlar. Yaptığı ve kayıp hanesine yazdığı, buna karşın ısrarla onun her türlü beliriminden uzak kalmaya çalıştığı kurum, artık onu kuşatmıştır. Temel Marksist felsefi kategori olarak “praksis” terk edilmiştir.

Eylemin belirleyiciliği onun bir ada dönüşmesinden, somutun soyuta yükselmesinden gelir. Bu yüzden kurum kişiyi kuşatır. Burada suç kurumun kurumluğunda değil, kişinin kişiliğinde aranmalıdır.

Sonunda iş gelir dayanır, elinde “özgürlük” pankartıyla koca alanda yapayalnız kalan devrimcinin trajedisine.