30 Haziran 2008 Pazartesi

Devrimci ve Evli

Türkiye Küçük Burjuva İdeolojisinden Manzaralar

M. Gorki’ye, özlemle…

Coğrafyamız insanının başat problemlerinden birinin kavramsal düşünüşten yoksunluk olduğunu söyledik ya, gerisi kendiliğinden sökün ediyor. Bu problem her alanda baş gösterdiği gibi, devrimci cenahta da baskın karakter olarak kendini olanca gücüyle duyuruyor. Bunun görüngüleri o kadar çok ve sıklıkla yaşanıyor ki, çoğu zaman dikkat bile edilmiyor, üzerinde durulmuyor. Yerleşik düşünüş biçimi içimize kolayca sirayet ediyor, onunla, o olarak yaşamaya başlıyoruz farkında olmadan.

Bu olgu için sıralanacak pek çok örnekten birini anmak isterim: Bir gün, özgürlük ve eşitlik mitingine hazırlanan Eğitim-Sen’de, tesadüfen Aristoteles’in adı geçince, sendikal faaliyet yürüten cevval bir kişi, “Aman bırakın o adamı, metafizikle işimiz yok bizim.” demesin mi! Nutkum tutuldu tutulmasına ama yine de konuşmaya mecbur saydım kendimi. “İyi de, felsefe tarihinde çok önemli bir yeri vardır Aristoteles’in; özellikle de Platon’un karşısında, kavramları dünyaya indirmede. Metafizik yöntemle metafizik alanın kendisini ayrı tutmak gerek,” diyecek oldum. Tınlamadı. Kötü kötü bakıp, çekip gitti içeriye. Kalakaldım. Sonra da uzun uzun düşündüm: Elinde, üzerine tümüyle fizik dünyanın ötesinde/ insanoğlunun yarattığı en güçlü düşünsel olgulardan biri olan “özgürlük” yazılmış bir pankartla bu büyük devrimcinin halini.
Böylesi “devrimci tedirginlikler” devrimci örgütleri olmasa da devrimin kendisini epeyce utandırıyor olsa gerektir. Bugün sözünü etmek istediğim konu da yukarıdaki örneğimize çok yakın, ama içimize sinmesi anlamında ondan çok daha sevimli ve sinsi bir konu: Evlilik kurumu karşısında duyulan devrimci tedirginlik.

Hiç dikkatinizi çekti mi; gariptir, devrim, sosyalizm, özgürlük adlarının geçtiği yerde mangalda kül bırakmayan bir devrimci, evlilik söz konusu olduğunda süt dökmüş kuzuya döner. Hani öksüz oynaşa çıkmış, ay akşamdan doğmuş derler ya, tam da devrim arifesinde bir garip talihsizliktir evlilik. Belediye memurunun önünde alınıverir son soluk. Hatta zaman zaman bunun tavsiye edildiği bile olur. Baş bağlansın ki devrimci kafasını dağıtmasın, konusuna konsantre olabilsin (Çoğu kez sonuçta bambaşka konulara konsantre olunsa da). Bizim için bu önemsenmeyecek kertede ikincil bir sorundur. Bu konuda toplumla çatışmaya gerek yoktur. Hatta asıl meselenin (bizim konumuzda: devrim) önünde engel teşkil etmemesi için/ “örnek kişi” olarak “ahlâklı” yaşanması gerektiği için bu, içten içe onaylanır: Evleniver gitsin, ne olur ki?

Hep düşünmüşümdür; asli vazifesi kaldırım taşı döşemek olan bir kurum neden kişi-kişi ilişkisine karışır diye. Nikâh memuru, belediye görevlisidir. Ben birini beğenmişim, beraber yaşamayı göze almışım; sana ne? Sen git, barajlarda bir türlü birikmeyen yağmur suyunu hangi ırmaktan getiririm, hangisi daha az zehirlidir, onu düşün. Ama işin ayağı öyle değil elbet. Engels, evlilik kurumunun özel mülkiyetle kökensel bağlarını göstereli epeyce bir zaman oluyor. Onun sosyolojik anlamda belirimini, ekonomik kökenli bir girişim olarak ortaçağ boyunca gelişimini, kapitalist dönemde aşk kavramıyla nasıl yan yana getirilmeye çalışıldığını biliyoruz. Bilmeyenler, en azından, A. Giddens’ın çalışmalarına bir göz atabilirler. Klan yaşayışından büyük ailelere geçiş, oradan da çekirdek aile kavramının oluşturulması hep ekonomik öncelikli bir yaşantının zorunluluğu olarak ortaya çıkmış. Bunu düzenlemek içinse başta dinsel ideolojiler, daha sonrada devlet ideolojisi baş aktör olarak sahne almış.

Yine de devrimciler, evlidirler. Evlenmeyi devrimci olmanın önünde bir engel olarak görmezler. Evli ve devrimci olmak hiç de bir çelişki olarak gelmez kimsenin gözüne. Kişinin direnişini yalnızca kitle hareketinde görürler, ama niye harekete geçmediğine bir türlü anlam veremedikleri kitle gibi davrandıklarının farkında değillerdir. Evliliktir işte. Bir imzadır hepi topu. Bu kadar da büyütmeye gerek yoktur. Yaşantılarında bir değişiklik olmayacaktır ki.
Gerçekten böyle midir acaba?

Muhtemelen faşist nitelikler taşıyan bir anayasaya evet oyu verenler de içlerinden aynı şeyi söylemiştir. Bir “evet”; nedir ki? Kendi kültürünü yaşama cesaretini gösteremeyen bir kişi, zamanı gelip de devrim ondan fedakârlık istediğinde en büyük tedirginliği yaşayacak olan kişi değil midir? Yaşama biçimi olarak dürüst olamayan, başka bir kültür için örnek olamayan kişi nasıl olacak da devrim yapacaktır?

Evlilik kurumunun altına imzasını atan kişi, sahiplendiği kimlikle topluma örnek olur. Artık bir eştir. Resmi bir statüsü, kabul edilmiş bir aidiyeti vardır. Klandan biridir. Rahattır. Toplumsal anlamda onaylanmayı tercih etmiştir. Direnememiştir. Yenilmiştir. Ağzıyla kuş tutsa bizi söylediklerinin gerçekliğine inandıramaz.

Bizde sevgililer dışlanmamak için/ gelecek tepkilerden korktukları için/ düşündükleri gibi yaşama cesaretinden yoksun oldukları için evlenmedikleri halde parmaklarına alyans geçirip dolaşmayı onurlarına yedirirler. Bunda bir beis görmezler. Yıllardır birlikte yaşadığı sevgilisiyle, sonunda süngüsünü düşürüp de evlendiği halde, birlikteliğini evlilik sözcüğüyle tanımlamayan birini ise garip karşılarlar. Yaptığı ve kayıp hanesine yazdığı, buna karşın ısrarla onun her türlü beliriminden uzak kalmaya çalıştığı kurum, artık onu kuşatmıştır. Temel Marksist felsefi kategori olarak “praksis” terk edilmiştir.

Eylemin belirleyiciliği onun bir ada dönüşmesinden, somutun soyuta yükselmesinden gelir. Bu yüzden kurum kişiyi kuşatır. Burada suç kurumun kurumluğunda değil, kişinin kişiliğinde aranmalıdır.

Sonunda iş gelir dayanır, elinde “özgürlük” pankartıyla koca alanda yapayalnız kalan devrimcinin trajedisine.

1 Comment:

Adsız said...

"Coğrafyamız insanının başat problemlerinden birinin kavramsal düşünüşten yoksunluk olduğunu söyledik ya, gerisi kendiliğinden sökün ediyor."

Bunu ne zaman soyledik? Oncesi biraz bulanik kalmis bu girisin sanki.


"Böylesi "devrimci tedirginlikler" devrimci örgütleri olmasa da devrimin kendisini epeyce utandırıyor olsa gerektir."

Aslinda benim Aristoteles atismasi/ tartismasi konusunda ilk dusundugum su olmustu: acaba soz konusu sendikaci/ devrimci, senin soyledigini/ soylemeye calistigini anlamis miydi? Burada ve bundan sonrasinda, anlamis oldugunu varsayar bir uslubun var. Oysa, muhtemelen kulaktan dolma bilgilerle Aristoteles'i kotuleyen bu sendikacinin esasinda Aristoteles hakkinda ve Platon hakkinda yeterince bilgi sahibi oldugundan kuskuluyum. Bu nedenle, bu ornek, senin yaptigin acilistan baska seyleri de, belki daha cok onlari, ornekliyor. Bu bir tedirginlikten cok dupeduz ezbercilik. Devrimci "egitim" literaturunun klasiklerine soyle bir bakacak olursak bu cok iyi anlasilir diye dusunuyorum. Ben de, mesela, Aydin Cubukcu'nun Mantik ve Diyalektik'ini okuyana kadar Aristoteles'in uzerinde durmaya deger bir dusunur oldugunu aklimdan bile gecirmezdim. Cunku oyle ogretilir. Elbette ornek, giris icin de uygun, sadece senin bulundugun konumla sendikacinin bulundugu konum o kadar birbirinden uzak ki, ortaya bir celiskiden cok bir iletisimsizlik, ya da ayni dili konusamama durumu cikiyor aslinda. Her ne kadar sen kayginda samimi olsan da, bu yaklasimin fazla "ustten" bir uslup olarak anlasilabilmeye musait ogeler barindirdigini dusunuyorum. Bu, biraz once sozunu ettigim farkli dili konusma sorunuyla ilgili. Bilirsin, (hepsi olmasa da bazi) devrimci orgutler tarafindan "entellektuellik" adiyla anilan bir sapma vardir. Liberal ve halktan kopuk olmayi ifade etmek uzere uydurulmus gibi gorunse de esasinda yeterli literatur bilgisine sahip olmayan, teorik birikimi yerlerde surunen orgut yoneticilerini korumayi amaclar bu elestiri. Birisi cikip da senin gibi kavramlardan soz edecek olursa, kafa karistirmakla itham edilir, muhtemelen. Belki bu nokta da bir giris icin uygun olabilir. Ama belki de devrimcileri kizdiracagini bildigimiz bu "ustten" uslubun da bu denemelerde bir yeri vardir (Hacivat'i savunmak anlaminda)?


"Hiç dikkatinizi çekti mi; gariptir..." diye basslayan paragraf

Bir de tersinden bakalim: resmi olarak evlenmedigi halde ayni evde yasayan, ustelik ailelerine de bunu kabul ettirebilmis, topluma karsi da bu iliskiyi savunebilecek insanlar kimlerdir? Bunlarin, metin boyunca kullanilan anlamda "devrimci" olmadiklarini biliyoruz (en azindan bu ikisi arasinda birebir orten bir iliski olmadigini biliyoruz). Kimdir oyleyse bu insanlar? Devrimcilerin yapamadiklarini (yapmaya cesaret edemediklerini) nasil oluyor da yapabiliyorlar? Devrimciler, kendilerine takilmaya calisilan "ahlaksiz" kulpuna mahkum mu olmuslar? Orgutler "evlensen ne olur ki?" yaklasimiyla "praksis"i pragmatizme kurban mi ediyorlar? Hadi nikah memurlugunda yalapsap kiyilan nikahi bir yere kadar anlayabiliyorum (zorunluluklar vardir, kagit imzalanir yerine getirilir, vb.), peki ya telli duvakli gelinle lacileri cekmis damadin kina geceli, davullu zurnali dugunune ne diyecegiz? Bunu yapanlar da "devrimciyim" diyenler degil mi? Hadi otekini yargiliyoruz, bunu hangi kaliba dokecegiz?


"Bilmeyenler, en azından, A. Giddens'ın çalışmalarına bir göz atabilirler."

Yaziyi okuyanlar arasinda "bilmeyenler" oldugunu varsayiyorsan, belki bu kismi biraz daha uzun ve ornekleyerek aciklaman yararli olabilir. Aksi taktirde fazla aceleci bir hava seziliyor konunun baglanmasinda...


"Yine de devrimciler, evlidirler... diye baslayan paragraf."

Bu paragraf muthis.


"Kendi kültürünü yaşama cesaretini gösteremeyen bir kişi, zamanı gelip de devrim ondan fedakârlık istediğinde en büyük tedirginliği yaşayacak olan kişi değil midir?"

Burada kilit ifadenin "kendi kulturu" oldugunu dusunuyorum. Bu ifadeden senin kassdettigin seyin "devrimci bir kultur" oldugunu biliyoruz. Ama ifadenin baska kullanimlarina bakacak olursak aslinda "yasanan cografyanin kulturu" anlasilir daha cok. O nedenle turkulerin, halaylarin ve hatta sehitligin olmazsa olmaz sayildigi bir "kendi devrimci kulturumuz" olusmustur. Burada buyuk bir yarilma yasaniyor. Halka ulasabilmekle onun kulturunun kayitsiz sartsiz mahkumu olmak arasinda sikisip kalmis bir devrimcilikten soz ediyoruz. Bunun devrim programindan pratik ve pragmatik nedenlerle verilen kisa sureli bir taviz mi oldugu, yoksa esasinda devrimin kendisine iliskin belirleyiciligi olan bir durum mu oldugu cok tartismalidir bence.


"Temel Marksist felsefi kategori olarak "praksis" terk edilmiştir."

Bu konuda hemfikiriz zaten. Bu bana Brecht'i animsatiyor. Onun "bilinc"i one cikaran yabancilastirici tiyatrosu, seyircinin farkindaligi uzerine kuruludur. Oysa, Turkiye'de devrimcilerin programi "kitle ruhu" diye adlandirabilecegimiz baska bir sey uzerine kuruludur. Biri bireyin bilincliligini ve buna dayali olarak kitlenin bilincligini, digeri ise kitlenin bilincli eylemini, buna dayali olarak bireysel bilinclenmeyi hedefler. Her ne kadar bu iki yaklasimi teoride birbirinden ayirmakta zorlansam ve yine teoride oyumu ikincisinden yana kullansam da (bkz. Teoride ve Eylemde Diyalektik Materyalizm), pratikte bu "kitle" yaklasiminin ormandan agaclari goremez bir hali oldugunu da dusunuyorum. Daha da kotusu, devrimci orgutlerin tasra orgutlerinde gozlemlenir. Yasamla devrim arasindaki yarilma daha da derinlesir. Parti/ orgut uyesinin (legal bir orgut varsayacak olursak) partililigi, CHPlinin CHPliliginden, AKPlinin AKPliliginden farksizdir yasanma bicimi olarak. Partiler farklidir, ama gunlerde yapilan dedikodular, kahvede yapilan okeyde tas calma tartismalari aynidir. Yasam ve devrimden ikincisi tarafinda olanlar buyuk kentlerde daha cok gorulse de tasrada insanlar bu derin ayrismanin "yasam" tarafinda dururlar. Oysa aralarinda bir fark yoktur, cunku yasamla devrimi birlestirememislerdir.


"Eylemin belirleyiciliği onun bir ada dönüşmesinden, somutun soyuta yükselmesinden gelir. Bu yüzden kurum kişiyi kuşatır. Burada suç kurumun kurumluğunda değil, kişinin kişiliğinde aranmalıdır."


"Sonunda iş gelir dayanır, elinde "özgürlük" pankartıyla koca alanda yapayalnız kalan devrimcinin trajedisine."

Soylenecek bir sey yok. Cok guzel bir son. O pankarti tasiyan abimiz "ozgurluk'u tasiyamaz omuzlarinda... Ellerine saglik.