5 Ağustos 2008 Salı

Bireylik ve İlişki

Bireycilik, toplum tarafından insan üstüne yapılan baskının doğurduğu bir sonuçtur.
M. Gorki

Birey oluşlarıyla müthiş barışık insanlar tanıdım. Bunu hiç dert etmemiş, toplum olmakla birey olmak arasında hiçbir çapraşıklık görmeyen, kendinde ve kendisi için kişiler. Gerektiğinde toplumsal baskılara karşı duraksamaksızın “Hadi, ordan!” diyebilen, çoğu zamansa uzlaşımsal bir tonda kendi bireyliğini toplumsal oluşa dahil eden, yaşamak konusunda başarılı kimselerdi onlar.
Yine de çoğunlukta değillerdi; ya da gün geçende azalıyor bu türün soyu.

Daha çok, bireyliği hiç bilmeyen, hiç de önemsemeyen; ne verildiyse öyle yaşayıp giden; ama her nasılsa, kendini yine de biricik ve özel hisseden bir tür baskın gelmiş durumda yaşamda. Etkin varlığı konusunda hiç tasa duymamış, dahası buna hiç gereksinmemiş, okul, iş, çoluk çocuk, torun tombalak yaşayıp giden ya da yaşamdan geçip giden bir tür bu.

Ama bu başlık altındaki konumuz o da değil. Bizimkisi, bireylik konusunda düşünmüş, entelektüel, toplumsal hareketin kendine göre bir parçası ve etkin özneliğini baskın olarak yaşayan biri. Oğuz Atay okumuş, Edip Cansever’den geçmiş, Çehov ve Maupassant dolaylarında epey gezinmiş, “Koku”, “Fransız Teğmenin Kadını”, “Siyah Süt” kıvamında, ikinci derecede “çok satan” kitapları ilgiyle takip eden bir kuşağın sürdürücüsü. Toplumsal eylemlilik konusunda duyarlı ama hiçbir zaman örgütlü çalışmaya dahil olmamış, kendine parti beğenmek için çokça bakınmış ama bir sonuca ulaşamamış bir kimse. Türkiye’de gelişimini az çok bildiğimiz, kaynakları ve gidişatı açıkça ortada olan bu “üçüncü tür, yapıp ettikleriyle, Nietzsche’nin deyimiyle, sopanın üzerine dikilmiş kulak gibi yanlış büyümüş bir varlık, bir hilkat garibesini andırmaktan öteye gitmiyor.

Geçenlerde bir dostum benimle yaman tartışıyor. Diyor ki, “Sevgilimin hoşlanmadığım yanları olunca onu görmezden geliyorum. Varsın bensiz yapıp etsin o yapacaklarını. Beni zorlamasın ta ki. Ben de bu arada onsuz yapıp edeceklerimi yapıyorum.”

Evlere şenlik!

Elime fırsat geçti ya, uçlara sürüyorum ben de. “Peki, senin sevmediğin dizileri izlediğinde de, sen yan odaya geçiyorsundur herhalde. Ne bileyim sen maç izlerken de o…” Tartışmayı götürdüğüm yeri fark edip çevirmeye çalışıyor hemen: “Anlıyorum sen dönüştürmekten söz ediyorsun ama…” “Hayır diyorum, bunun ‘dönüştürmek’ gibi fazlaca tanımlanmış kavramlarla hiçbir ilgisi yok. Senin sen olman, onun o olması ve beraber oluşturup oluşturamadığınızı pek anlamadığım ‘siz’le ilgisi var.”

Dedim ya, bir üçüncü tür var; kökenleri Avrupa demokrasisi, daha da doğrusu Amerika-Avrupa kültür endüstrisinin araçlarıyla oluşturulmuş, sorunları pek çabuk ve kendi lehlerine çözebilen, bu yönüyle pragmatik, asla kullandığı kavramların oluşumuyla uğraşmayan, yani dogmatik, tümüyle küçük burjuva ideolojisinin eteklerinde yaşantısını geçiren bir sosyal grup.
Onlar için, Fransız tarzı bir yaşantı, ilişkinin taraflarının “bağımsızlık”larının korunduğu, kendi vakit geçirme alanlarının tanımlandığı, karşısındakini “tamamlanmış” olarak kabul edip “saygı gösteren”, ilişkiyi de bu bireysellikler arenasında beraber hoşça vakit geçirmek olarak tanımlayan bir yaşantı onlarca makbul kabul edilen.

“Sence…” diyorum dostuma, “onun yapmasından hoşlanmadığın şeyden neden hoşlanmıyorsun ve bu hoşlanmamanın kendisi ilişki için bir sorun değil mi? Püf nokta olan şu; yapıp ettiklerimizin niteliğini tartışmadan nasıl beraber olabiliriz? İzin verirsen örneklerimi zorlamaya devam edeceğim. Birinin her akşam televizyonun karşısına geçip yarışma programlarını iştahla takip etmesi sence bir soruna işaret eder mi, etmez mi? Yani dünyaya katılma biçimimizi/ eylemlerimizi dışarıda tutarak nasıl yaşabiliriz bir ilişkiyi? Masum örneklerden daha tehlikelilerine geçelim. Pavese, Tepedeki Ev romanında, lümpen proletarya için müthiş bir tanım yapıyor. Bütün gün köpek gibi çalıştıkları her dakika patronlarına sövdükten sonra, akşam eve döndüklerinde içki içmekten başka bir şey yapmazlar, diyor. Beraber yaşadığın kişi bu türden bir yaşamı yaşasa, yine aynı tutumu mu takınacaksın: Beni bulaştırmasın da ne yaparsa yapsın, bu kendi bileceği iş! Sence bu ilişki mi? Sen ona, o sana kapalıyken; sen o, o sen olamıyorken bir ilişki neye yarar?”

Dünyada iki etkin özneden daha tehlikeli, daha şiddet dolu bir şey olamaz. “Aşk bir şiddet eylemidir.” diyor bu yüzden Yusuf Eradam. İki kişinin bir arada yaşaması zor şey: İkiyi bir yapmaya çalışmak. Olunan biri çoğaltmayı bilerek bunu yapmak. “Sınırlamıyor beni sevda yalnızca senin görüntünle” diyor Kemal Özer. Beni ve seni ezmeden bizi kurmak. Bizden bir dünya çıkartmak. Bunun olabilirliğini yüklenmek bir ilişkide.

Basit bir “Benim hoşlanmadığım şeyleri tek başına yapıyor, ne var ki bunda”dan çıkacak yegâne mantıksal sonuç; “Olmadı, gösterirsin kapının önünü; olur biter!” şeklindedir.

Ancak özneliğini kurulup bitmiş, kendini tamamlanmış olarak gören, biricikliğini kibrin en üst noktasında yaşayan biri kendini dünyadan böylesine yalıtabilir. Olanaklılığa bütün pencerelerini kapatmış, diyalektiği hiç anlamamış bu kişi, pek sevdiği “öteki”nden kendini sonsuza dek keskin çizgilerle ayırarak bizzat bu kavramın üreticisi olmuştur.

Bireyi yeni bir tarzda düşünmek, öncelikle Avrupa küçük burjuva düşünüşünün kestirme yollarından kaçınmayı gerektiriyor.